Halveti Şabani Şeyhi Yakupzade Mustafa Efendi (Uşak 1973)
Halvetiyye-i Şabaniyye Azizlerinden olan Yakupzade Hafız Mustafa Efendi 1887 tarihinde Uşşak'ta doğmuştur. Babası Mehmet Efendi, annesi ise Âlime hanımdır. Medrese tahsilinden sonra uzun süre birinci dünya harbinde Sarıkamış cephesinde teğmen rütbesiyle görev yapmış bilahare memleketi Uşak'a dönerek imamet ile görevlendirilmiştir.
Yakup Baba, evli olup altı çocuk sahibidir.
Yakup Baba, devrinin en saygın şahsiyeti olarak Uşak halkı üzerinde fevkalade tesiri olan bir zattır. İleri görüşlü bir alim ve müceddid bir mutasavvıf olan Yakupzade Hafız Mustafa Özyürek, halk tarafından kısaca Yakup Aziz veya yakup Baba olarak da tanınır. 25 sene tarik-i Nakşibendiyyede çalıştıktan sonra şeyhin sahte olduğunu anlamış ve tatmin olamayıp Uşak'ta, Yamalızade Şeyh Ali Rıza Efendi'ye intisap etmiş, kısa zamanda seyr ü sülukunu ikmal ederek şeyhinin vefatından (1939) sonra halvetiyye/Şabaniyye'ye postuna oturmuştur. Yakup Aziz, Geredeli Aziz Halil Efendi'nin silsilesinden gelen bir Şabanî şeyhidir.
Silsilesi şöyledir:
Şeyh Halil Efendi (Geredeli Aziz), (d.1785/1200 - öl. 1843/1259)
Söğütlü Osman Efendi(?)
Çaltılı İsmail Efendi (?)
Şeyh Sâlih Efendi (Hacı Halil Efendizâde), (d. 1805 / öl. 1878, Kütahya).
Şeyh Sâdık Efendi, (öl. 1922, Eskişehir).
Şeyh Yamalızâde Ali Rıza Efendi (öl. l939, Uşak)
Şeyh Yakupzâde Hafız Mustafa Özyürek (öl. l973, Uşak )
Yakup Aziz, silsilesinden gelen bütün Şabani şeyhleri gibi zat postu idi ve zat postunun
sırlarıyla mücehhez idi. Yamalızade hazretlerinin Bu sebeple kendisinden sonraki
postnişinini sırladı gitti.
Yakup Aziz, büyük bir âlim ve nâtık olmakla beraber, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmişve haza insan-ı kamil yetiştirmiştir. Bu sebeple bizzat kaleme aldığı tek nutkundan başka edebî değeri haiz bir şey yoktur. Elimizde bir nutku, halktan Rifat isminde bir zata cevabi manzumesi ve şeyhinin ve Salih Efendi'nin şahide taşına yazdığı manzum kitabesi vardır.İlahi defteri fakirin elindedir.
Şeyh Yakupzâde Hafız Mustafa Özyürek 30 Mart l973 tarihinde Uşak'ta vefat etmiştir.
Vefatından çok önceleri ciğerleri bitmiştir. Yakup Baba'nın Şeyhi Yamalızade Ali Rıza
efendi'nin şahide taşı için yazdığı manzum kitabe şöyledir:
İmamü'l-uşşâk ve'l-urefâ
Hazîne-i esrâr-ı Hudâ
Dürr–i ekber-i Hazret-i Mevlâ
Bende-i Şa‘bân-ı Velî eş-Şeyh Ali Rızâ
Eş-Şeyh Yakûb-zâde Hafız Mustafâ
Nutuk
Ey gözüm nûru ne bilsin gizlidir esrârımız[1]
Câhil ü nâdân ne bilsin anlamaz ahvâlimiz
Kuş dilidir dilimiz hem her Süleymân anlamaz
Rumûzât u işâretle söyleriz akvâlimiz
Halvetîyiz durmayız biz süreriz erkânımız
Hak yoludur yolumuz hem Şa'bân-ı Velî Sultânımız
Kimse görmez döneriz biz devreder devrânımız
Kimse duymaz aşk ile arşa çıkar efgânımız
Kördür ol münkir olanın kalb gözü görmez bizi
Cân kulağı sağır olan duymadı feryâdımız
On sekiz bin âlemi gezdik dolaşdık aşk ile
Göremez amâ olanlar bu bizim seyrânımız
Görmeyiz biz mâsivâyı pek severiz vechullahı
Her zerreden görmek oldu hâlis muhlis efkârımız
İşitmeyiz efsâneyi istemeyiz kâşâneyi
Ayrılmayız yolumuzdan sağlamdır imânımız
Ayrılmayız şeriatden Hakk'a giden tarikatden
Haberdârız hakîkatden nâdân bilmez ahvâlimiz
Mâsivâya tapmayız biz yolumuzdan sapmayız biz
Münkirlerden korkmayız biz İmâm Ali öz babamız
Hakka doğrudur özümüz secdede dâim yüzümüz
Yalan değildir sözümüz saklıdır ol namâzımız
Her nefesde ezkârımız Cemâl-i Hak didârımız
Münkir bilmez esrârımız acâibdir seyrânımız
Yetmiş bin hicâb geçeriz Hakk'ı her şeyden sezeriz
Her dem Mirâc biz ederiz kimse görmez Mirâcımız
Dervîş Mustafâ'dır adım Hakk'a vardım adım adım
Dersimi Ali'den aldım Muhammed'dir serdârımız
Rif'at Harenge'ye Cevâb:
Sultânım erenler eridir şübhe yok
Hem Alidir hem velidir şübhe yok
Vahdet bâğının gülüdür şübhe yok
Üçlerin serveridir şübhe yok
Yüreğim yarelidir kardeşim rif'at
Ebter mi zannettin kardeşim rif'at
İnsâfa gel sen de atma ok
Merâk etme vârisi hem halîfesi çok
Gâfil olma aç gözünü bak
Bâğçesinde yetişen gülleri kok
Yüreğim yarelidir kardeşim rif'at
Ebter mi zannettin kardeşim rif'at
Erenler meydânında onun eşi yok
Uluvv-ı himmetini dayanmayan kişi yok
Kâr etmez bize taşradan gelen ok
Mahv etti beni ârifden gelen ok
Yüreğim yarelidir kardeşim rif'at
Ebter mi zannettin kardeşim rif'at
Bağçesinde açılan gülleri çok
Bîgânelerin bundan haberi yok
Sandılar o şâhın eseri yok
Bülbüller öter orada öküzün mandanın işi yok
Yüreğim yarelidir kardeşim rif'at
Ebter mi zannettin kardeşim rif'at
Ateş-i firkatle kardeşin Mustafa yanar
Öksüzün başına hiç devlet mi konar
Her taraftan ona tîg-i cefâlar yağar
Boynunu eğsen ol sana niyâzlar sunar
Yüreğim yarelidir kardeşim rif'atâ
İnsâfa gel sen de etme cefâ
[1] Bu nutuk Haşim Tümer tarafından da yayımlanmıştır. Bkz. Uşak Tarihi, İstanbul 1971,
s. 52-53
Büyük Dedem Yakupzade Mustafa efendi ömrünü yoksula,öksüze yardım etmekle ,ilim yaymakla geçirmiş eknomik olarak elindekini dağıtıtıp hac görevini dahi yapacak durumu bulamamıştır. Ona göre ibadetin temel esasları bunlardır.Örneğin peygamberimiz Hz.Muhammedin ölmeden önce son anları dahi yoksula,yetime ne yapılması gerektiğine dair bir göstergedir.
HZ. MUHAMMED( ÖLÜRKEN -SON ANLARI-
Hastalıklarında, ayakta bulundukları, yahut ayağa kalkabildikleri her defa, Ali , kollarındadır.Öbür kollarında da aile yakınlarından bir başkası.”
Hastalıklarının ilk devresinde bir gün, bir tarafında Ali, öbür tarafında Fadl bin Abbas, iki tarafa dayanarak Meclise girdiler, minbere çıktılar ve en ıstıraplı merak içinde bakınan sahabilerine, hafif ve heceli yava
Hastalıklarında, ayakta bulundukları, yahut ayağa kalkabildikleri her defa, Ali , kollarındadır.Öbür kollarında da aile yakınlarından bir başkası.”
Hastalıklarının ilk devresinde bir gün, bir tarafında Ali, öbür tarafında Fadl bin Abbas, iki tarafa dayanarak Meclise girdiler, minbere çıktılar ve en ıstıraplı merak içinde bakınan sahabilerine, hafif ve heceli yava
ş dediler ki:
“ Ey nâs! Kimin arkasına vurdumsa, işte arkam, gelip vursun! Kimin malını aldımsa işte malım, gelip alsın.”
Öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere çıkıp tekrarladılar:
“ İşte arkam, işte malım! Hakkı olanlar buyursun! “
Biri kalkıp Allah resülünde üç dirhem alacaklı olduğunu ileri sürdü, derhal ödediler.”
Sık sık bayılıyorlar ve gün içinde uzun zaman, kendilerinden geçmiş gibi gözleri kapalıi hareketsiz kalıyorlar…
Dalgın halleri içinde bir şeyi hatırladılar:
“ Galiba 7 altunumuz var evde, olup olacak…hepsini birden sadaka edinzi!
Ve bu sözü söyler söylemez bayıldılar.
Ayılınca PEYGAMBERİMİZ sordular :
“ Sadaka etiniz mi , altunları?”
Henüz vakit bulunmadığı cevabını alınca emrettiler:
“ Hemen sadaka edilsin ! Bu altınlarla Allah’ın huzuruna çıkamam ! “
Ve altunları getirip tek tek bildikleri fakirlere dağıttılar….
Sık sık bayılıyorlar ve gün içinde uzun zaman, kendilerinden geçmiş gibi gözleri kapalıi hareketsiz kalıyorlar…
Dalgın halleri içinde bir şeyi hatırladılar:
“ Galiba 7 altunumuz var evde, olup olacak…hepsini birden sadaka edinzi!
Ve bu sözü söyler söylemez bayıldılar.
Ayılınca sordular :
“ Sadaka etiniz mi , altunları?”
Henüz vakit bulunmadığı cevabını alınca emrettiler:
“ Hemen sadaka edilsin ! Bu altınlarla Allah’ın huzuruna çıkamam ! “
Ve altunları getirip tek tek bildikleri fakirlere dağıttılar….
Hz.Muhammed miras bırakmadan bu dünyadan göçmüştür.
“ Ey nâs! Kimin arkasına vurdumsa, işte arkam, gelip vursun! Kimin malını aldımsa işte malım, gelip alsın.”
Öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere çıkıp tekrarladılar:
“ İşte arkam, işte malım! Hakkı olanlar buyursun! “
Biri kalkıp Allah resülünde üç dirhem alacaklı olduğunu ileri sürdü, derhal ödediler.”
Sık sık bayılıyorlar ve gün içinde uzun zaman, kendilerinden geçmiş gibi gözleri kapalıi hareketsiz kalıyorlar…
Dalgın halleri içinde bir şeyi hatırladılar:
“ Galiba 7 altunumuz var evde, olup olacak…hepsini birden sadaka edinzi!
Ve bu sözü söyler söylemez bayıldılar.
Ayılınca PEYGAMBERİMİZ sordular :
“ Sadaka etiniz mi , altunları?”
Henüz vakit bulunmadığı cevabını alınca emrettiler:
“ Hemen sadaka edilsin ! Bu altınlarla Allah’ın huzuruna çıkamam ! “
Ve altunları getirip tek tek bildikleri fakirlere dağıttılar….
Sık sık bayılıyorlar ve gün içinde uzun zaman, kendilerinden geçmiş gibi gözleri kapalıi hareketsiz kalıyorlar…
Dalgın halleri içinde bir şeyi hatırladılar:
“ Galiba 7 altunumuz var evde, olup olacak…hepsini birden sadaka edinzi!
Ve bu sözü söyler söylemez bayıldılar.
Ayılınca sordular :
“ Sadaka etiniz mi , altunları?”
Henüz vakit bulunmadığı cevabını alınca emrettiler:
“ Hemen sadaka edilsin ! Bu altınlarla Allah’ın huzuruna çıkamam ! “
Ve altunları getirip tek tek bildikleri fakirlere dağıttılar….
Hz.Muhammed miras bırakmadan bu dünyadan göçmüştür.
Bu dünyada mülk peşinde koşup biriktiren kapitalizmin uşağı olan insanlara bir tokatdır bu satırlar..
Büyük Dedemden sonra onun yerini alan Mehmet Dumlu anılarında şöyle demektedir.
Azizim Hoca Mustafa Efendi Aziz (k.s.), vefatına bir saat kala ihvan, ailesi, torunları etrafına toplanmışlar. Azizim, şuuru,konuşması, her şeyi mükemmel bir vaziyette etrafındakilere seslenmiş:
-Evlâtlar! Dinleyin. Kulağınızı iki değil; dört açın. Size son sözümü söylüyorum. Bir saat ömrüm kaldı. Ayağımın biri burada, biri öte tarafta. Şimdi Allah (c.c.): "Ey kulum Mustafa! Bu kalan bir saat ömür için benden ne istersin?" diye sorsa ben: "Yâ Rabbi, ey benim sahibim Allah! Bu kalan bir saati de hizmetle değerlendirmek istiyorum. Hizmete talibim."derim.
Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.), bir saat sonra tatlı bir tebessüm ve "Hû" sesiyle bu beden kabrinden âlem-i bekâya urûc etmiştir.
“Maneviyat tek ayak üstünde durur. Muhabbet hizmete vesiledir. Çünkü asl olan hizmettir, muhabbet de hizmetin
aracıdır. Muhabbet olmazsa, hizmet de olmaz. Muhabbet, hizmeti doğurur. Onun içindir ki; bütün peygamberân
ve evliyaullah, hizmeti tercih etmişler ve Allah (c.c.)'den hep hizmet talep etmişlerdir."(M.Dumlu)
Büyük dedem gibi evliyalar kendi küçük çevreleri kadarını değil tüm yaratılanı bilerek ona göre davranmışlardır.Başını her nereye çevirirsen çevir. Dağa bak; çiçeğe bak; böceğe bak. Çölde dahi güzellik vardır. Yetmiş derece kızgın kumun üzerinde insanın aklını durduracak çiçekler yetişir.
Gene M.Dumlunun sohbetinden Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.):
-Oğlum, benim gözümle bu âleme ve âdeme bir baksan. Sevincinden çocuklar gibi hoplarsın; yerinde duramazsın, diye buyururdu.
Eğer bir kimse, arif olduysa Hakk'ı bilip Hak'la birleştiyse her eşya onun hadimidir. Eğer böyle olmadıysa yani Hak ve hakikatten haberdar olmadıysa o nefsin zilletinde, nefsin bataklığındadır. Suyun ve ekmeğin dilencisidir. Artık ona insan diyemezsiniz. Hatta o Kuran-ı Kerim'in ifadesiyle: "Hayvandan da aşağılıktır." Onun sureti insan, sîreti hayvandır, yani hayvan huylu insandır. Hayat bittiği zaman o, içinde var olan hayvan huyu ile haşr olunur. İşte dünyaya gelmekten amaç da bunları bilip fark edebilmektir.
Sen seni bilmektir ancak pir'e muhabbetten garaz
Noktayı fehm eylemektir ilm ü irfandan garaz
Noktaları birleştirirsen elif olur; ucundan kıvırıp bir nokta altına koyarsın be olur; alttaki noktayı ikileştirip üste koyarsın tek olur. Demek ki; yirmi sekiz harfin aslı bir noktadır.
Enbiya: "Peşimden gelin hak ve hakikati anlayın," diye buyurdular. Allah'ın vahdet-i ilâhîyesinin eşya üzerindeki birliğini anlatmak için davet ettiler "Her şey bir için," dediler. "Zerrât-ı cihan birdir," diye bağırdılar.
"Göz iki olabilir, gördüğü şey birdir. Kulak iki olabilir; işittiği şey birdir. Burun iki olabilir; kokladığı şey birdir. El iki olabilir; yaptığı iş birdir. Ayak iki olabilir; gittiği yer birdir. Cümle aza çift iken dilin bir olmasında hikmet
nedir?"
Çünkü gönül bire aittir. Ötekilerin iki olmasının hikmetine gelince: Göz iki olunca sağ gözden başkası, sol gözden başkası bakmaz. İçerdeki tek kudret olan ruh bakar. Böyle olduğu gibi işiten de koklayan da yapan da giden de ruhtur. Bunlar,hep ibrettir. İkiden birlik vardır.
Bir hikaye de:
Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri ise, Halvetî tarîkinin Celvetiyye kolunu açmıştır. Kendisini yetiştiren zât-ı alî, Bursa'da medfûn Üftâde Hazretleri'dir. Onun Üftâde Hazretleri'nin rahle-i irşadına oturmasını anlatan hikâye de çok meşhûrdur.Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri'nin ismi "Kadı Mahmud" dur. Bursa'nın şöhretli kadısıdır. Bir gün sînesine aşk düşünce kadılığı bırakmıştır. Onun kadılık yaptığı dönemde hacca deve ile gidilirdi.
Bursa'da yaşayan karı kocadan oluşan gariban bir aile vardır. Hanım, hac zamanı yaklaşınca her gün beyine:
-Bir zengin olamadın, hacca gidemedin! Ben, hacı karısı olmak istiyorum, der.
Adam, hanımın bu dırdırına karşılık:
-Hanım, hac zenginlere farz. Parası olmayandan Allah, ne zekât ne de hac ister. Benim imkânım yok. Hac bana farzdeğil, dedikçe hanım adamın üstüne varır.
O sene yine hac mevsimi gelir. Hanım, adamın üstüne varır. Adam, dayanamaz ve o gece evden çıkarak ÜftâdeHazretleri'nin dergâhına doğru yürür. Dergâhın duvarına büzülür. Sabahleyin ezân vakti Üftâde Hazretleri, elinde asâsıile "Hak Hak!" diye gelir. Orada bir garibanın yattığını görünce:
-Erenler, evlât! Nedir bu halin, niye buradasın? diye sorar.
Adam:
-Ah efendim! Sormayın. Ailem, benim hacı olmamı istiyor ve her sene hac mevsiminde beni sıkıştırıyor. Oysa ben fakîrim. Hac, bana farz değil. Sizin dergâhınıza sığındım, deyince Üftâde Hazretleri:
-Evlât! Bazen hanım sözü tutmak iyidir. Sen de gidiver canım, diye eliyle ittiriverir
Allah'ın kudreti bu. Tâyy-i mekân... Adam, gözünü bir açar ki, kendisini Mekke'de bulur.
"Televizyonda ışınlanma oluyor. Teknoloji, müsbet ilim yavaş yavaş bu tarafa geliyor. Bugün insanlara bu
gerçeği anlatmak daha kolay. Çünkü teknoloji, yolu kısaltıyor ve ışık tutuyor. Yaklaşımlar ve örnekler çok güçlü oluyor."
Hanıma gelince, bütün gece adamı bekler. Ama adam yok. "Bir yerde öldü mü, kaldı mı, yoksa yattı mı? diye bir taraftan meraklanırken "Keşke kovmasaydım," diye bir taraftan üzülür. Bir gün, iki gün derken aradan zaman geçer. Hacıların dönüş vakti gelir.
Adamın Bursa'dan kayboluşunun ardından bir müddet geçmiştir. Derken Dikici Ali Ağa, elinde tesbihi, heybesinde kokuları, yüzükleri, hurması ve zemzemiyle çıkıp gelir.
-Hanım, hadi mübarek olsun! Senin duân kabûl oldu. Allah, beni hacca gönderdi. Şunlar da benim sana hediyelerim der.
Kadın, feryâdı koparır:
-Ooo! Yalancı herif, hırsız herif! Kaç gündür yoktun. Kimbilir hangi hacının heybesinden bunları çaldın? Bu hac yolu üç aylık yoldur, sen daha üç-beş gün evvel buradaydın. Ne zaman gittin geldin? der ve kadıya mürâcaat eder.
Kadı, Bursa'nın en meşhûr kadısı Kadı Mahmud Efendi'dir. Davâ, kadıya intikâl edince kadın, kocasının daha üç-beş gün evvel burada olduğuna şahit gösterir. Bütün mahalle halkı, Dikici Ali Ağa'nın üç-beş gün evvel burada olduğuna şahâdet ederek: "Evet! Ali Ağa buradaydı," derler. Dikici Ali Ağa ise, huccâcı şahit gösterir:
-Falan yerde param yetmedi. Mekke'de filân kimseden ödünç para aldım, der.
Bursa hacıları onun hacı olduğuna şahâdet eder. Buna karşılık, mahalle halkı da onun hacıda olmadığını burada olduğunu ve getirdiği eşyaları da hacıların heybesinden çaldığını iddiâ ederler.
-Kadı Mahmud, her iki tarafın da haklı olduğunu görünce şaşırır. Kararını,kanâat-i şahsiyyesini, kanâat-i vicdâniyyesini kullanarak vermesine verir amma bunun nasıl olduğuna da bir türlü akıl sır erdiremez.
Bursa'nın hacıları, onun hacı olduğuna şehâdet ederler. Kadı: "Ben, bu zâtları yalancı çıkaramam
çıkaramam," diye:
-Hanım, hadi mübarek olsun! Kocanın hacılığını kabûl ediyorum. Sen hacı karısısın, der. Ancak sabaha kadar da uyuyamaz. Sabahleyin Kadı Mahmud Efendi, Dikici Ali Ağa'nın yanına varır.
-Evet!... Sen hacısın ama ailen de haklıydı, der.
Dikici Ali Ali Ağa:
-Ailem haklı. Ben birkaç gün önce buradaydım, deyince kadı:
-Peki, sen oraya ne zaman gittin-geldin, der.
Dikici Ali Ağa:
-Hanımım, her sene benim üstüme gelip beni hacıya gitmem için zorluyordu. Bu defa yine öyle üstüme geldi. Ne yaparsan yap, çabuk zengin ol. Ben, hacı karısı olmak istiyorum. Usandım bu fakirlikten, dedi. Ben de Üftâde Hazretleri'nin dergâhına sığındım. Orada kendimden geçmişim. Sabahleyin mübarek geldi: "Oğul, burada niye yatarsın?"
dedi. Ben de olanları anlattım. Hazret: "Bazen de hanım sözü tutmak lâzım," diyerek eliyle beni itti. Ben de kendimi hacta buldum, der.
Nihayet Dikici Ali Ağa, hâdiseyi kadıya anlatır. Kadı Mahmud Efendi, cübbesini topladığı gibi doğru Üftâde Hazretleri'nin dergâhına gider ve niyâz eder. Üftâde Hazretleri:
-Gel bakalım, yoksa bizim hacıdan haber mi aldın? der.
Kadı Mahmud Efendi, boynunu bükerek:
-Efendim! Kulunuz kurbanınız, dergâhınıza bende olmak istiyorum, der.
Üftâde Hazretleri:
-Ol ama sen şöhretli bir insansın. Önce şöhretimizi üzerimizden atalım, der.
"Maneviyât, şöhret işi, davâ işi değildir. Hâl işidir; zevk işidir. Mahviyet ve yokluk işidir."
Üftâde Hazretleri, kadıya ciğer sattırır:
-Git! Şu sırığın üstüne ciğerleri tak ve Bursa'nın sokaklarında sat bakalım, der.
Kadı Mahmud Efendi: "Eyvallah" deyip Bursa sokaklarında ciğer satar. "Ciğerci geldi," diye bağırdıkça arkasında bir alay çocuk teşkil eder. Bir sürü genç yaşlı insan: "Vah vah! Kadı Efendi, aklını yitirmiş pek de iyi insandı," derler.
Kadı Mahmud Efendi, nihâyet akşamüstü ciğerleri satar ve üstü başı kan revân içinde Üftâde Hazretleri'nin huzûruna vararak: -Azîzim ciğerleri sattım, der.
Bunun üzerine Üftâde Hazretleri, Kadı Efendi'yi dergâha alır. Sonunda ne oluyor, bakın!
"Aşkın evveli cefâ, ahiri sefâ."
"Akıl, makûle hükmeder. Oysa bu hâdisede makûlât yoktur. Fizik ötesi bir hâdisedir. Aklın mâverâsıdır. Akıl,
bunları tartamaz. Akıl, bir ölçü içindedir. Aşk, aklın üstündedir yani mâverâsıdır. İnsan, sadece bunu aklî
delîllerle anlamaya çalışırsa gücü yetmez.(M.Dumlu)
Büyük Dedem yakupzade Mustafa efendi nin çokca hacta bu şekilde görüldüğü Uşak'ta söylenegelmiştir.
Gene M.Dumlunun sohbetelerinden Büyük dedem için anıları:
Bu husûsu, Azîzim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'de çok müşâhede ettim. Akşam saat 8.00'de sohbete başlar; gece 2.00'ye,3.00'e kadar devam ederdi. Âdeta deryâ... Coşuyordu. Mevzû kısıtlaması ya da konuyu dağıtmak, sözün arkasınıgetiremediğinden dolayı duraklamak ve "eee!", "üüü!" demek yoktu. Şarıl şarıl selsebil akıyordu.Azîzim'in Yusuf Ziyâ isminde bir mürîdi vardı. İlm-i zâhirde son derece yüksek bir âlim ve Fatih dersiâmı olan bu muhterem ilm-i zâhirin yedi tûlâsına çıkmıştı. Beşâşet sahibi, halûk, mükemmel
ve çok mahviyette mübârek bir insandı. Azîzim' in ilk halifesiydi. Her Uşak'a varışımda bu zât-ı muhteremi ziyâret ederdim. Bir gün Yusuf Ziyâ Efendi'nin evindeydim. "Otuz sene İstanbul medreselerinde tahsilim var. En yüksek derece ile icâzet aldım ve dersiâm oldum. Benim müderrisliğim Azizim' in yanında bir kıvılcım bile olamadı. Saatlerce tâ be sabah konuşur. Ne susuyor, ne bitiyor, ne müşkîl kalıyor. Şarıl şarıl selsebil akıyor. Aklım hayrân, fikrim sergerdân kaldı onun ilmine, diyerek iltifâtlarda bulundu.
Onun için bu konuşulan sözler, kelimât-ı ilâhîyyedir. Hak sözüdür.
"Onların sözlerinde hevâ yoktur." (Necm Suresi, ayet 3)
Evliyâ-yı izâm, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in varisleri olduğu için onların sözlerinde de hevâ yoktur.
Özet olarak şunu söyleyebiliriz: "Nutk-ı evliyâ entâk-ı Hak'tır." yani "Velilerin nutukları Hakk'ın nutuklarıdır. İlhâmât-ı Rabbanî'dir ." Onun için onların sözleri bitmez ve onlar sözde aciz kalmazlar.
Derviş Yunus der hoca
istersen var bin hacca
Hepisinden iyice bir gönüle girmekdir
Elbetteki servet ,zenginlik olacaktır. A.Geylani çok zengindi. Ama tüm servetini hayra harcadı.Çünkü ehlullah hazaratının servetleri, samanları, kendilerine perde teşkil etmez;
hayra vesile olur. Onun için onlara tasavvuf diliyle "Ağniyâ-yı şakirin" (Şükreden zenginler) yani "Servetin hakkını veren zenginler" denir. Bunların yerleri, makamları, peygamberlerin yanıbaşlarıdır.
Eğer bir kişi, gizli hazineyi bilmiyorsa fakirliğin ne olduğunu bilmez. "Kenz-i lâ yüfnâyı bilmez."
"O öyle bir nihayetsiz hazinedir ki; fenası olmayan sonu olmayan bir hazinedir."
Eğer bir kişi, bunu bilmiyorsa fakir'in kim olduğunu nereden bilecek?
"İkiliği silmeyen, Hakk'ı bunda bulmayan, Hakk'ı bunda görmeyen, varın dosta vermeyen mâsivâdan kurtulamaz.
Kurtulamadığı için de o sonsuz deryayı bulamaz."
Bahr-ı bî-pâyân (sonsuz derya) gönüldür.Terk-i sivâdan geçmeyen yani mâsivâdan geçmeyen, ikiliği silmeyen gönlü bilmez. Allah dostları, o sonsuz deryanın içindedirler. Onun için onlarda Allah Teâlâ'nın "el Gani " (c.c.) sıfatı vardır. Allah yolunda hiçbir şeye tenezzül etmezler. Onların hizmeti, 'Fi sebilillah" yapılan bir hizmettir. En zengini ile en fakirinden, zengini zenginliğinden, fakiri fakirliğinden hoşnuttur. Zenginine "Ağniyâ-yı şakirin" fakirine "Fukara-yı sabirin" derler.
Bunların her ikisinin makamları da peygamberlerin yanıbaşındadır. Onlar, gözü tok, gönlü yüce insanlardır.
Ravzâ-i hazrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan Ravzâ-yı hazrâ, cennet-i âlâdır. Hızır'a yoldaş olmayan ravzâ-yı hazrâyı bulmaz. Aslında ehlullaha göre ravzâ-yı hazrâ,ehl-i hakikatın gönlünün zevkidir. Ravzâ gönül, hazrâ büyük zevk, coşku, mutluluk ve sevgi demektir. Burada Hızır'ın da ne olduğunu düşünmek lâzım.
Âb-ı hayatı bu zulmü görmeyenler sandı mâ Hızır'ın içtiği âb-ı hayatı bilmeyenler, görmeyenler, onu alelâde su zannettiler. Oysa âb-ı hayât, ölümsüzlük suyu yani feyz-i manevî, hayat-ı manevî ve ilm-i ledün idi. Ama onu görmeyenler için âb-ı hayatı, su zannetmeleri çok doğaldır.
Bil ki seddeyn iki kaş İskender oltasında
Cem' ü cemû'l cem ile feth oldu ebvab-ı Hûda
İ
nsanın kaşlarını, gözlerini Çin seddine benzetiyor. Sedd bir, seddeyn iki. Şu iki kaş, seddeyn. İskender ortasındadır.Hükümet kafa, gönül köşktür. İcra organı da bu iki kaşın arasıdır. Çünkü beyin burada. Beş duyu burada. Taht, iki kaşın ortasıdır. İnsanı anlatıyor. Hani o Çin seddi var ya o senin iki kaşındır. Onun ortasında oturan İskender'dir. Burada "İskender" sözü zata işarettir.
Konu, İskender'e gelmişken işlemeye çalıştığımız konuya da açıklık getirmesi bakımından tamamen tasavvuf olan İskender'le ilgili bir hikâyeyi anlatmayı uygun gördüm:
Büyük İskender, veziriyle birlikte tebdil-i kıyafet edip kendilerini tamamen halkın gözünden saklayarak (kamufle ederek) ülkesine seyahate çıkar. Onca gezip dolaştığı yerlerde, şehirlerde kimse onları tanıyamaz. Günlerden bir gün büyük bir şehirde bir lokantada İskender'le veziri yemek yer. Ancak aynı lokantaya daha önce girmiş iki kişi, halktan kendini saklamış olan İskender'le vezirin yüzlerine bakarak aralarında konuşurlar:
-Ben, şu karşıda yemek yiyen iki kişiyi birilerine benzettim. Sen de bir bak! Eğer sen de birilerine benzetiyorsan, ikimiz de o iki kişiyi kimlere benzettiğimizi kâğıda yazalım. Sonra kâğıtları açıp okuyalım. Eğer ikimizin görüşünde beraberlik, (ittifak) varsa o zaman yapılması gerekeni yaparız, derler.
Her ikisi de gördüklerini, benzettiklerini kâğıda yazarlar. Kâğıtlar, açıldığında sağda oturanın İskender-i kebîi, solda oturanın daBu iki kişi İskender'le baş veziri tanımıştır. Çünkü daha önce aşinalıkları vardı. Aksi halde tanımaları mümkün değildi.
Evvelce birbirlerini gören ve bir arada olan insanlar, uzun yıllar sonra evvelki aşinalığın neticesi olarak birbirlerini tanırlar.
Hâdise budur. Şimdi söz buraya uzanmışken büyük veli Sezai Gülşenî Hazretleri'nin nutk-ı şerifini yazıp açmak gerekir:
Aşinalık tâ ezeldendir Sezâî yâr ile
Bu talep kanden gelir rü'yet mukaddem olmasa
O büyük lokantadaki iki kişinin İskender'le veziri tanımaları, önceki aşinalığın bir sonucudur.
Aşinalık, tanışmışlık, bilişmişlik, ezelden olduğu gibi Allah dostları bu kesret âleminde İskender'le veziri tanıyan insanlar gibi Allah'ı, Hz. Peygamber'i ve Allah dostlarını, birbirlerini tanırlar. Aksi halde daha önceleri aşinalık olmasaydı o lokantada o iki kişinin İskender'i ve baş veziri tanıması mümkün olmazdı. Aynen bunun gibi gerçek Allah dostlan olan veliler, âlem-i ervahta Allah'la aşinalıkları olduğu için bu dünyada evvelki aşinalığın icabı ve gereği olarak Hakk'ı tanırlar.
Burada önemli olan şudur. İskender ve baş veziri tanıyan o iki kişi:
-Biz, onları tanıdığımıza göre onlar da bizi tanıdı. Çünkü tanımak tek taraflı olmaz, derler. Kalkıp İskender'in huzuruna vanp serfürû ederler. Derhal İskender, o eski aşinalarına:
-Beni saklayın. Benim İskender olduğumu halka yansıtmayın. Aksi halde başınızı alırım. Saygınız, sevginiz gönlünüzde kalsın, der.
İskender'in bu emri üzerine o iki kişi de İskender'i tanımayan on binlerce insan gibi hareket ederler. Ancak tanımış olmaktan dolayı da ona duydukları saygı ve sevgi içlerinde kalır.
Teşbih tarikiyle hikâyenin ledünnîyatını anlatırsak şöyle dememiz lâzım: Lokanta evren yani kâinat. Lokantaya girip çıkan
insanlari, dünyadan gelip geçen benî beşer, tebdil-i kıyafet etmiş olan İskender Allah (c.c.), veziri Hz. Muhammed (s.a.v.), onları tanıyan iki kişi bu dünyada Cenab-ı Hakk'ı Hakka'l yakîn tanıyan, bilen evliyaullahtır.
"Hak dostları da bu âlem-i fanide Hakk'ı tanırlar. Bu ezelî aşinalığın gereğidir."
Âlem-i ervahta "Elestü bi Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitab-ı izzetine muhatap ve mazhar olan ehlullah hazaratı Cenab-ı Hakk'ın hitab-ı âlisini hem işiterek hem de cemalulahı müşahade ederek "Belî!" yani "Sen, bizim Rabbimizsin" demelerinin, bu sözleşmenin, dünyadaki tahakkuku, bu hikâyede anlatılmıştır.
Cenab-ı Hakk'a verilen sözün uygulaması ve gereği olarak, bu fani âlemde insan-ı kâmiller, bu coşku, bu çağlayış, bu âh u figan ve bu aşk-ı ilâhîyle ahde vefada bulunurlar. Ancak ketumiyyet, onların şiarıdır. Hz. Gaybî'nin konuyla ilgili bir
sözüyle bu bahsi noktalayalım:
Râz-ı tevhidi bunlar çün açmadılar âleme
Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur
Onların Hakk'ı tanımış olmaları içlerinde saygı, sevgi ve hareketlerinde yüksek edep olarak kalır.
Biz, sözümüzü yine Niyazî Hazretleri'nin biraz önce okuduğumuz nutk-ı şerifini tekrar ederek devam edelim:
Cem' ü cemü'l cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüda Bu nasıl oldu? Üç tane ceme geldi sıra. "Cem' ü cemü'l cem" Hakk'ın bu kapıları bu üç cemle fetholdu. Nedir bu cemler?
Efâlin cem'i, sıfatın cem’i, zatın cem'i.
Kande bulur Hakk'ı inkâr eyleyen bu Mısrî'yi
Bu Mısrî'yi, Hakk'ı inkâr eden nasıl bulur? Onu bulması ne mümkündür!
Zahir olmuşken yüzünde nûr-ı zât-ı kibriyâ
Mısrî'nin yüzünde Allah'ın zatı, kibriyânın zatı görüntülenmiş. Eğer sen Niyazî'yi yani âdemi tanımazsan o yüzündeki zat nurunu da tanıyamazsın, demek istiyor.
Hepsinin himmeti üzerimize olsun. Başta Hz. Peygamber'in şefaati turuk-ı âliyyenin babası imam-ı Ali (k.v.) ve (r.a.) Hazretleri'nin, evliyaullah hazaratının yüce himmetleri üzerimize olsun. Sahabe-i güzin, aşere-i mübeşşere cümlesinin ruh-ı âlileri şâd olsun. Makamları, cennet-i âlâ olsun. Allah'ın salât u selâmı üzerlerine olsun.(M.Dumlu)
Büyük dedem Yakupzade Mustafa efendi bir gün M.dumluya şöyle seslenir:
-Oğlum, hem sen hem Allah olur mu? Sen çık aradan kalsın yaratan.



Evet Eli öpülesi mübarek zat mış tanıtım için teşekkür ederim
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilway dedem nurlar içinde yat.... El-Fatiha...
YanıtlaSil